Günümüzden geriye doğru sosyal medya

Güneşin altında gerçekten de yeni bir şey yok, her şeyin bir eski versiyonu aranırsa mutlaka bulunuyor. İnanmayacaksınız ama internetin bile… “Tarih fısıldayan adam” lakaplı ünlü araştırmacı Tom Standage’ın “Duvara Yazmak: Sosyal Medyanın İlk 2000 Yılı” adlı kitabından öğrendiğimize göre, sosyal medyanın ve interneti oluşturan iletişim sisteminin kökeni eskilere, antik Roma dönemine dayanıyor.

Gülenay BÖREKÇİ/ HABERTÜRK PAZAR

Arthur C. Clarke’ın usta yönetmen Stanley Kubrick’in siparişi üzerine yazdığı ve “2001 A Space Odyssey” filminin gösterime girmesinden hemen sonra, 1968’de yayınladığı romanında Newspad adlı bir cihaz vardı.

Kitapta uzun uzun anlatılıyor, filmde de açıkça görülebiliyor; Newspad hakikaten adı üstünde, görünüşü ve işleyişi bakımından bugün elimizden düşmeyen tablet bilgisayarın neredeyse aynısı. Öte yandan, bu tarz önermeler aslında yeni değil.

19. yüzyıl sonunda ortaya çıkan telgrafın da o dönem günümüzdeki sosyal medya gibi işlediği yazılmıştı mesela. Kıtalararası iletişimi bile mümkün kılan telgraf, başlangıçta sadece zorunlu iletişim, yani ticari, askeri ve politik haberleşme için kullanılıyormuş ama zamanla işler değişmiş.

Telgraf aracılığıyla “chat’leşerek” tanışıp evlenen çiftler bile olmuş. Başka tezler de var. Kimileri sosyal medyanın 16. yüzyılda reformcu teolog Martin Luther’in tüm Avrupa’ya dağıttığı broşürlerle, kimileriyse Amerikan Bağımsızlık Savaşı ve Fransız İhtilali sırasında elden ele geçirilen propaganda kitapçıklarıyla başladığını öne sürüyor.

Bu tür bir yazılı iletişim, belki de “denetlenemez” olduğu için, fazlasıyla interneti andırıyor. “Tarih fısıldayan adam” lakaplı ünlü yazar Tom Standage ise, “Duvara Yazmak: Sosyal Medyanın İlk 2000 Yılı” adlı epeyce provokatif kitabında işi daha da geriye götürüyor ve hem tablet bilgisayarların hem de internet ve sosyal medyanın kökenlerinin antik Roma dönemine, tarihçi Cicero’nun meslektaşlarıyla memleket meselelerini konuşmak için icat ettiği bir yönteme dayandığını öne sürüyor.

1209077_67b323b00330f6b3431f1679a52fbf24

BÜTÜN YOLLAR ROMA’YA ÇIKAR

Önce tabletten başlayalım… Standage şunları anlatıyor: “Eski Romalıların da bir tür iPad’leri vardı. Üzeri balmumundan bir tabakayla kaplı bu ahşap tabletlerle gezer, gerektiğinde notlar alırlardı. İşleri bitince de tabletlerini hafifçe ateşe tutarak balmumunu yumuşatır, yazdıklarını silerlerdi.,

Tabletlerin büyüklüğü duruma ve ihtiyaca göre değişiyordu. Almanya’nın Köln şehrindeki bir müzede elinde akıllı telefon büyüklüğünde bir tablet tutan Romalı kadının mozaiğini görebilir hatta hediyelik eşya dükkânından tabletin bir replikasını satın alabilirsiniz.” Demek ki gerçekten de bütün yollar Roma’a çıkıyormuş.

Standage’a göre eski Romalılar internete benzeyen bir sistemle iletişim kuruyormuş: “Memlekette olup bitenleri öğrenmek isteyen zengin bir Romalıysanız, kahvaltıdan önce hizmetkârınızı forum denen alana yolluyor ve bir ‘acta diurna’, yani üzerinde günün haberleri yazılmış tablet aldırıyordunuz. İlginizi çeken bir haber olursa ve onu bir arkadaşınızın da okumasını istiyorsanız, yazılanları kopya ettiğiniz bir papirüsü, yine hizmetkârınız aracılığıyla, gönderiyordunuz. Elbette sonuna yorum ve analizlerinizi ekleyerek… Eh, haber gerçekten önemliyse, arkadaşınız da aynı yöntemle kendi arkadaşlarına iletiyordu. Böylece söz konusu haber birkaç gün içinde kolayca imparatorluğun her yerine hatta başka ülkelere ulaşıyordu.” (Hizmetkârlar için kolay olduğunu sanmıyorum. Sonuçta haberin İngiltere’ye ulaşması için 5, Suriye’ye ulaşması için ise 7 hafta gerekiyordu.)

1209077_bb100cae77e6bb1cb266de39c159d410

(Ellerinde tablet ve papirüs rulosu taşıyan Romalı bir çift)

ESKİ ROMALILAR BİLE ‘ARO’ DİYORDU

Romalı devlet adamı ve yazar Cicero’ydu. MÖ 56’da Pompeius, Caesar ve Crassus’un kurduğu yeni birlik için çalışmaya başlayan Cicero, devletin çeşitli kademelerindeki muazzam kirlenmeye şahit olduktan sonra MÖ 51 yılında, merkezi terk ederek bugün Akşehir yakınlarında bulunan Kilikya’ya vali olarak atanmayı talep etti. Amacı Roma’dan uzaklaşmak, biraz nefes almaktı.

Tabii siyasi arenanın kirli dinamiklerini de merak ediyor, kapalı kapılar ardında neler olup bittiğini öğrenmek istiyordu. Böylece eski adamlarından ve arkadaşlarından güvendiği birkaçını gizlice gelişmiş bir bilgi ağı kurmakla görevlendirdi. İşleri gereği çok seyahat eden tacirler, askerler, seyyahlardan da yararlandı.

Bilgiyi elden ele dolaşarak gelen tabletler ya da papirüs rulolara yazılan mektuplar aracılığıyla alıyor, daha sonra da bunu başkalarıyla paylaşıyordu. Bazen bir mektubun birkaç kişiye birden hitap ettiği bile oluyordu. Bu durumda belirli saatlerde belirli yerlerde toplanarak yazılanları yüksek sesle okuyorlardı.

Görüyorsunuz ya; insanlığı canlı tutan yeni fikirlerin ve bilginin yazılı ya da sözlü şekilde aktarılması olmuş hep ve iletişimin yolu bir şekilde mutlaka bulunmuş. Dolayısıyla, her şey önemli buluşu modern zaman insanları icat etmiş gibi davranarak kendimizi gereğinden çok önemsememiz.

1209077_7a240663a87c5df7d6e0802b377c044b

(Arthur C. Clarke ve Stanley Kubrick’in Newspad’i.)

anlamsız. Standage’ın kitabını okurken yüksek sesle gülmeme sebep olan çok tatlı bir ayrıntıyla bitirmek istiyorum yazıyı: “Anlattıkları şey ne kadar önemli olursa olsun her şeyi uzun uzun yazamazlardı.

Bu yüzden işlerini kolaylaştıracak bir kısaltma sistemi icat ettiler. Mesela SPD, ‘Çok selam ederim’ demekti. (‘Salutem plurinam dicit.’) Bir diğer kısaltma, SVBEEV’di ve ‘Sen iyiysen, ben de iyiyim’ anlamına geliyordu.

(‘Si vales bene est ego valeo.’)” Sosyal medyada bugün kullanılan ARO tarzı kısaltmaları eleştirenlere duyurulur: Antik Romalıların bile “ARO” dediğini düşünürsek, kısaltmalara kızmak lüzumsuz.

DÜNYAYI DEĞİŞTİRME POTANSİYELİ TAŞIYAN MEKANLAR 

Tarihin çeşitli dönemlerinde sosyal medyaya çok benzeyen iletişim ağlarına bir örnek de 17. yüzyılda İngiltere’de arka arkaya açılan yüzlerce kahvehane, yani coffeehouse. Sırf kahve içmek için değil; son yayınları ve adları henüz gazete olmayan gazeteleri okumak, son günlerin en taze dedikodularını paylaşıp tartışmak için de gidilirmiş.

Sınıfsal ayrımların gözetilmediği bu mekânlara zenginler ve siyasetçiler de gelir; hem kendilerine gelen mektupları alır hem de tanıdıkları, tanımadıkları insanlarla konuşurlarmış. “Tematik” olanlar da varmış, bazılarında sadece siyaset, bazılarında ekonomi, bilim ya da edebiyat tartışılırmış.

Somut örnekler verirsem belki daha iyi anlaşılır: İngiltere’nin önde gelen bilim kuruluşu Royal Society, tartışmaların boyutu genişlesin diye toplantılarını bu mekânlarda yapıyormuş. Bilim adamları yeni buluşlarını yine ilk kez kahvehanelerde açıklıyormuş.

Isaac Newton, modern bilimin temel eserlerinden “Principia Mathematica”yı böyle bir yerde katıldığı tartışmadan sonra yazmaya başlamış. Felsefeci Adam Smith başyapıtı “Ulusların Zenginliği”ni İskoçyalı entelektüellerin gittiği British Coffee House’da kaleme almış. Yeni şirketler buralarda kurulmuş, yeni iş modelleri icat edilmiş.

Bugünkü Londra Borsası’nın temelleri Jonathan’s adlı mekânda atılmış, Edward Lloyd’s adlı bir başka mekân, zamanla günümüzün ünlü sigorta pazarı Lloyd’s’a dönüşmüş.

1209077_a9ebdeb288d3cce9b8ddfc253163457a

(17. yüzyıl İngiltere’sinin kahvehaneleri.)

“Şimdi bu kahvehane ruhu bazı sosyal medya platformlarında yeniden doğdu” diyor Tom Standage. “Tek fark birinde konuşmaların gerçek diğerinde sanal olması. Ama ikisi de dünyayı değiştirme potansiyeli taşıyor.” Örnek olarak da tek bir tweet’le başlayan ve bugün dünyanın her yerinden biyologların buluşup bilgi paylaşmasını sağlayan sosyal medya ağı OpenWorm’u gösteriyor.

650 MİLYAR

Sosyal medyanın üretkenliğin önünde bir engel teşkil ettiği hep söyleniyor. Bir araştırmaya göre, Facebook, Twitter ve benzerlerinin kullanımının ABD için ekonomik maliyeti yılda 650 milyar dolarmış.

SOSYAL MEDYAYI ESKİLER DE ELEŞTİRİYORDU

Bugün sosyal medyaya yönelik itirazların benzerleri o tarihlerde İngiltere’deki kahvehanelere de yöneltilmişti. Cambridge’li avukat Roger North 1673 tarihli “İngiltere’nin başındaki büyük bela” başlıklı broşüründe, “Başlangıçta bir yenilikti ama sonradan zaman israfından başka işe yaramadıkları anlaşıldı.

Genç beyefendilerin yıkımı sayılması gereken bu mekânlarda ne kafa kaldı ne fikir” demişti. Oxford’lu akademisyen Anthony Wood ise 1677’de, “Ülkede ciddi ve sağlam bir eğitim sistemi kalmamasının gerçek sebebini biliyor musunuz? Gençler tüm zamanlarını kahvehanelerde geçiriyor da ondan” diye özetleyebileceğim bir makale yayınlamış. Tam da internetin günümüzdeki huysuz eleştirmenlerinin yapacağı gibi…

Leave a Reply

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir